Bu yıl sabahları altı buçukta uyanıyorum, ikinizi de peş peşe okullarınıza uğurluyorum. Çilek’çiğim! Sen yedi’de çıkıyorsun, Elma’da sekiz’i on geçe ayrılıyor evden.. Sizden sonra en iyi arkadaşım kalemim oldu benim, hiç farkında olmadan.
Evimizin salonu beyaz lake mobilyalı, siyah duvar piyanomuz, on iki yıllık, asıl rengi krem olan , her ne kadar her yıl yıkatmaya yollasam da, hafif griye dönmek üzere olan halılar, artık sistresi iyice bozulmaya yüz tutmuş parkeler, ninem’den, büyük teyzemden ve Samsun’da yaşadığımız yıllarda, annemden hediye yapılan bebe pembesi, su yeşili, bebe mavisi, şimdi masa örtüsü diye kullandığım yazmalarla her zaman tercih ettiğim büyük aksesuarlarıyla ve de final olarak köşede düzenlenmiş, babanızın proje çizim masası, masanın üzerindeki hiçbir zaman toplayamadığım kataloglar, büyükçe bir hamal küfesinin içine diklemesine konulmuş projelerle, çok şeyin bir arada ve fazlaca yaşandığı bir oda aslında, fazla büyük değil ama yaşananlarla dolup taşmış durumda........
Bu sabah sizi uğurladıktan sonra, salonumuzdaki yuvarlak, beyaz lake masamızda, sol dirseğim masanın üstünde ve sol elim bükülü bir şekilde sol yanağıma dayanmış, düşünceli, yorgun yeni bir günü başlatmanın verdiği ağırlıkla..sağ elimde kalemim, yazıyorum, yazdıkça rahatlıyorum, rahatladıkça mutlu oluyorum, mutlu oldukça hayata, kendime ve sizlere daha çok bağlanıyorum........
Dün sabah aldığımız Gugu’nun dayısının ölüm haberi , bizi başka duygulara götürmek üzere karşımızda duruyor. Gugu, yani babanız; Çilek’cim sen bebekken
babana ‘gugu’ diye seslenirdin, ‘gugu’ oradan takıldı dilimize, çok da sevimli oldu.