Bugün evimiz sessiz ve sakin! O kadar ki cama patırdayarak vuran yağmur damlacıklarının sesini duymamak mümkün değil. Kulağıma gelen, Fransızca çalışan küçük bir kız sesi, yani Çileğim ve ben. Elma ve babası bu sabah Ayvalığa gittiler.
Çilek ve ben de kahvaltıdan sonra ‘Titanic’ filmini izlemek için sinemaya gittik.
Filmden etkilenmiş olacağız, ikimizde de garip bir suskunluk var. Ben her zamanki gibi yatağımda yazıyorum.
Ne mutlu Elma ile Gugu’ya bu yorucu mega köyden uzaklaşıp Ege’nin o mis kokan limonata gibi havasını soluyacaklar, yollarda kır kahvelerinde mola verip zeytin ağaçlarının ve begonvillerin etrafa yaydığı oksijeni içlerine çekecekler...Veco’yu görecekler, üstelik aldığım habere göre halamız bir sürpriz yapıp bizimkileri feribot’a binerken karşılamış. Umarım iyi eğlenirler.
İstanbul’a megaköy yakıştırmam doğru mu bilmem, aslında ihanet etmek istemiyorum bu güzel şehire fakat sanki geceleri o inci gibi ışıklarıyla, marmara’ya bakan yüzüyle bir başka duran İstanbul gün aydınlandıktan sonra başka biri oluyor adeta. Çarpık yapılaşma, hava kirliliği, kıyıları birer çöplük haline gelmiş Marmara denizi. Gerçekten enerjisi yüksek, tüm şöhavetiyle dünyayı kendine hayran bıraktıran canım İstanbul’a hiç oturmuyor. Ne yapmalı bilemiyorum. Bazen elime kocaman bir süpürge alıp sokakları, caddeleri, parkları her tarafı süpürmek geliyor içimden, kocaman bir süzgeç alıp deniz kıyısındaki çöpleri de temizlemeyi düşlüyorum: Yapabilirmiyim acaba? Yardım eder misiniz kızlar?
Elma Ayvalık’tan döndüğünde başka biri gibi girdi evimizin kapısından içeri, sanki daha olgunlaşmış, daha kişiliğiyle barışmış gibi. Bu duruşunu sonraki günlerde de hiç bozmadı ve daha uyumlu günler geçirmeye başladık. Yaşasın Ayvalık! Havasının tertemiz olduğunu biliyordum ama kişilik üzerindeki etkisinden haberim yoktu.